ÇANAKKALE HARBİ SIRASINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ (R.A.) NERDEYDİ?

*Bediüzzaman Said Nursi (R.A.) Çanakkale Savaşına neden katılamadı?*

  Emirdağ-2 – 13

   Sâniyen:

   Eski Harb-i Umumî’de Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fasıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: “Molla Habib ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.” O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.” İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlahî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib’e dedim:

   “Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz.” dedim.

  

Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus’un üç güllesi öldürecek yerime isabet etti. Biri de şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan Kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler. “Aman çekilsin veya sipere otursun!” dedikleri halde; “Bu gâvurun gülleleri bizi öldürmeyecek” dediğim ve hiçbir ihtiyat ve tedbire ehemmiyet vermeyerek o gençlik zamanında o zevkli hayatımın muhafazasına çalışmadığım halde; şimdi seksen yaşına girdiğim halde gayet derecede bir ihtiyat ve hayatımı muhafaza, hattâ vesvese derecesinde tehlikelerden çekinmek haleti acib bir tezad göründüğünden, elbette o gençlik hayatını pervasızca feda etmek, bir-iki sene ihtiyarlık ve zevksiz hayatını bu derece muhafaza etmek büyük bir hikmet içindir.

Emirdağ-2 – 13

 

Tarihçe-i Hayat – 107

 Bedîüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki harb-i umumînin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zâten o kış Molla Said, talebelerine: “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.

   BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN GÖNÜLLÜ ALAY KUMANDANI OLARAK VATAN VE MİLLETE FEDAKÂRANE HİZMETLERİ

   Bedîüzzaman Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal’asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van valisi Cevdet Bey’in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor, güya büyük bir imdad kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan’ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.

   O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymetdar talebesi Molla Habib ile “İşarat-ül İ’caz” namındaki tefsirini te’lif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. “İşarat-ül İ’caz”ın büyük bir kısmı bu vaziyette te’lif edilmiştir.

Tarihçe-i Hayat – 107

 

Tarihçe-i Hayat – 110

* * *

   O muharebede; yirmi talebe kadar kıymetdar ve “İşarat-ül İ’caz” tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehid düşer.

   O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bedîüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: “Bunlara ilişmeyiniz!” diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, “Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz” diye ahdettiler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle masumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.

   Bir müddet sonra Ruslar, Van ve Muş tarafını istila edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bedîüzzaman’a:

   -Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz, dediler.

   Bedîüzzaman onlara:

   -Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört-beş gün mukavemete mecburuz, demesi üzerine onlar:

   -Muş’un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur, dediler.

   Bedîüzzaman:

   -Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm, diyerek üçyüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takib eden bir alay Rus Kazağına kendi muhbirleri: “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey bin kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar.” diyerek pek ziyade mübalağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bedîüzzaman da, beraberindeki üçyüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini temin eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukabele edip, bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.

   Bedîüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere   (Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbi’nin sonlarında.)  girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki: “Şu anda şehid olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlasıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın” diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir.

{(Haşiye): İşte muharebenin şiddetli ânında, hayat-memat mes’elesi vaktinde “Benim zahiren kahramanlık gibi görünen bu vaziyetim hakikî ihlasa aykırı olmasın?” diye düşünmesi kemalât-ı insaniyenin bir misalidir, denilebilir. Meydan-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve şehamet-i İslâmiyeyi en a’lâ bir derecede bir kumandan manasıyla îfa ederken, ruhunda ve niyetinde en âlî ve safî bir mertebe-i kemal olan sırr-ı ihlası kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zahiren takdire şâyan hizmet-i diniyesi, fedakârane mücahedesi kadar, belki daha ziyade, ruhunun kemaline de delalet eder. İşte Molla Said bütün hayatının şehadetiyle gerçi beyn-el İslâm “Bedîüzzaman”, “Sahibüzzaman”, “Fahrüddeveran”, “Fatîn-ül Asr” ünvanlarıyla yâdedilmiş; fakat bu hiçbir zaman hakikatsız ve bir sözden ibaret değildir. Risale-i Nur ile yaptığı muazzam hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesi ve teşkil ettiği hamiyet-i diniye ile serfiraz milyonlar fedakâr talebelerin kudsî şahs-ı manevîsi, bir şahid-i sadık ve bir delil-i katı’dır.}

   Avcı hattında dolaşırken vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten vali Memduh Bey ve kumandan Kel Ali, “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

   -Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek…

   Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.

   Geceleyin vali ve kumandan Kel Ali ve ahali kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra; bir kısım fedakâr talebeleriyle Bitlis’te bakiyye kalan bir kısım bîçareler için, kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde; otuzüç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müdhişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zabitleri bulunduğu halde, kemal-i istirahat-ı kalble ve ahalinin kurtulmasının sevinciyle sürur içinde, beraberindeki arkadaşlarına teselli vererek der:

   -Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse; o vakit silâhlarımızı kullanacağız, kendimizi ucuza satmayacağız, bir-iki düşmana kurşun atmayacağız…

   Latif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bedîüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedailere hitaben:

   -Arkadaşlar! Durmayınız…  Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:

   -Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.

   Ermeni fedaileri meşhurdur; hattâ öyle rivayet ederler ki: “Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bedîüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”

   Bedîüzzaman’ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şâyan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

   Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bedîüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der:

   – Beni herhalde tanımadılar?

   Bedîüzzaman:    -Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

   Kumandan: Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.

   Bedîüzzaman: Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh ben sana kıyam etmem, der.

   Bunun üzerine Bedîüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

   Fakat Bedîüzzaman:

   – Bunların i’dam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

   Nihayet i’damına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bedîüzzaman’dan özür dileyip:

   – “O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz.” diyerek verilen i’dam hükmünü geri aldırır.

  * * *

   Bedîüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fisebilillah Kur’ana, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da kat’iyyen boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu. Bir gün, doksan zabit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir. “Siyasî ders veriyor” diye dersine mani’ olursa da, faaliyetinin dinî, ilmî, içtimaî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.    Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhere Viyana tarîkıyla (R. 1334) senesinde İstanbul’a teşrif eder.

   Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olan Bedîüzzaman Said Nursî, bu esaret hayatını bir eserinde

{(Haşiye): Bu esaretten hayli zaman geçtikten sonra, Barla’ya bir esir gibi gönderilen Üstad, eski macera-yı hayatından bir kısmını da “Yirmialtıncı Lem’anın Onüçüncü Ricası” olarak kaleme almıştır. Merak edenler o risaleye müracaat edebilirler.}

Tarihçe-i Hayat – 110

 

Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 154

   KERAMET-İ GAYBİYE-İ GAVSİYE’NİN İŞARATINI TEYİD EDEN ÜÇ REMİZ:

    Birinci Remiz:

 ﺍَﻧَﺎ ﻟِﻤُﺮِﻳﺪِﻯ ﺣَﺎﻓِﻈًﺎİlm-i Cifir itibariyle, makam-ı ebcedî hesabıyla, bin üçyüz otuzaltıyı (1336) gösterir. Demek Hazret-i Gavs, bu tarihte istikbalde gelecek müridini emr-i İlahî ile muhafaza edecek diyor. Evet bu bîçare Said dahi diyor: Nev’-i beşere gelen en büyük bir musibet Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere maruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği arabî tarihte veya az evvel, hârika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis’in sukutunda, bir mikdar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlahî ile istirahat-ı kalb içinde muhafaza edildim.

   Bunun gibi müteaddid tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i arabî itibariyle, hakikaten bir hıfz-ı İlahî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melaike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.

   İşte bu  ﺍَﻧَﺎ ﻟِﻤُﺮِﻳﺪِﻯ ﺣَﺎﻓِﻈًﺎfıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işaret ettiği gibi, bu fakirin etrafında hizmet-i Kur’aniye işinde toplanan arkadaşlarından dokuz talebesini “Hâfız” ismiyle işaret ediyor.

 ﻭَﺍَﺣْﺮُﺳُﻪُ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﺮٍّ ﻭَ

ﻓِﺘْﻨَﺔٍ

fıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir. Demek ikincisi

 ﺍَﺣْﺮُﺳُﻪُ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ

ﻓِﺘْﻨَﺔٍ

ve bu cümle  ﻛُﻞِّdeki şedde sayılmazsa bin üçyüz kırkdört (1344) eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden, bir himayet-i gaybî ile mahfuz kaldığımı “tahdîsen linni’me” ilân ediyorum.

    İkinci Remiz:

 ﻣُﺮِﻳﺪِﻯ ﺍِﺫَﺍ ﻣَﺎ ﻛَﺎﻥَ ﺷَﺮْﻗًﺎ ﻭَ ﻣَﻐْﺮِﺑًﺎ ٭ ﺍَﻏِﺜْﻪُ ﺍِﺫَﺍ ﻣَﺎ ﺳَﺎﺭَ ﻓِﻰ ﺍَﻯِّ

ﺑَﻠْﺪَﺓٍ

fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridi ise, şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi, garba nefy olduğu tarihi de gösterir. Şöyle ki:

   Şu fıkranın hakikî tabiri

 ﺍِﺫَﺍ ﻣَﺎ ﻛَﺎﻥَ ﻣُﺮِﻳﺪِﻯ ﺍَﺳِﻴﺮًﺍ ﻓِﻰ

ﺷَﺮْﻕٍ

oluyor. Demek zaman-ı esaret

 ﻣَﺎ ﻛَﺎﻥَ ﻣُﺮِﻳﺪِﻯ ﺍَﺳِﻴﺮًﺍ ﻓِﻰ

ﺷَﺮْﻕٍ

de çıkıyor. Ve bin üçyüz otuzyedi (1337) ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petrograd’dan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip, çok enva’-ı mehalik varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarîkiyle İstanbul’a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, o esaret-i şarkıye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlahî ile istigaseme meded görüyordum. Demek izn-i İlahî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.

   Amma  ﻣَﺎ ﻛَﺎﻥَ ﻣَﻐْﺮِﺑًﺎkaydı, tarih-i arabî olarak bin üçyüz ellibir (1351) meşhur Rumi tarihiyle iki sene fark var. İşte -Hazret-i Gavs’ın dediği gibi- bu fakir, tarih-i Arabî ile bin üçyüz ellibirde (1351), şeair-i İslâm içinde mühim tahavvülât zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o manevî herc ü mercdeki fırtınalar bizi sarsmadı.

   Hem  ﻣَﻐْﺮِﺑًﺎkelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin ikiyüz doksaniki (1292) eder ki, bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber,  ﻛَﺎﻥَ ﻣَﻐْﺮِﺑًﺎbin üçyüz ondört (1314) eder. Bin üçyüz ondört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan kurtulmasına Gavs (R.A.) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki; bin üçyüz ondört, bin üçyüz onbeş-onaltı senelerinde, Van kal’ası ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz… Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlahî, hârika bir imdad-ı gaybî telakki ettik.

   İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acib ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.

   Elhasıl:

   Hazret-i Gavs’ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları manasıyla ifade ettikleri gibi, hesab-ı ebced makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işaratın kuvveti, kat’iyyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi, bir keramettir; keramet ise mu’cize gibi Cenab-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir, ihtiyar-ı beşer yetişemez.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 154

Said Nursi’nin Enver Paşa ile olan alakası nedir? Sarıkamış Harekatında Enver Paşa için hoş olmayan şeyler söyleniyor. Tedbirsizliğinden bahsediliyor. Bu Harekatın iç yüzü nedir?

Yazar: Sorularla Risale, 25-4-2011

Enver Paşanın Kafkas cephesindeki yanlışlıları tarihçe malumdur. Hamiyetli, ancak genç ve tecrübesiz bir devlet adamıdır. Bediüzzaman; iyiliklerini takdir ettiği gibi, yanlışlarından dolayı da eleştirmiştir. Mesela, şöyle der;

” Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir” şeklinde cevap verir. (1)

Enver Paşa Bediüzzaman’ın savaş sırasında yazdığı İşaratü’l-İ’caz adlı eserinin basılması için kağıdını vererek, basılma şerefine hissedar olmak istemiştir. (2)

(1) bk. Sünûhat, Rüyada Bir Hitabe.

(2) bk. Şualar, On Dördüncü Şua.

(Son Şahitler kitabının, birinci cildinden derlenmiştir…)

Bediüzzaman, “Benim üç Sinan’ım var: Mimar Sinan, Ümmi Sinan ve Omur Sinan” diyordu.”

Üstad Bediüzzaman’ı can ü gönülden seven Sinan Omur l898’de Bolu’da dünyaya gelmiş ve l974 Mart ayında rahmete kavuşmuştu.

Hür Adam’cı Sinan Omur, Nur Üstad Bediüzzaman’ı iki defa ziyaret ettiğini anlatmıştı. İlk görüşü Birinci Cihan Harbinde, kendi ifadesiyle “l332’de.” Yani l9l6 senesinde Sübhan Dağı’nda. İkinci görüşü ise l925 senesinin başlarında İstanbul-Eminönü’ndeki Hidayet Camiinde olmuştu.  Hatıralarını şöyle anlattı:

Said Nursî’nin askeri cephesi

Üstad’ı ilk olarak l332 (m.1916)’de Sübhan Dağı’nda görmüştüm. O zaman ben muallim mektebi talebesiydim. l332’nin 24 Temmuz’unda idi. Ben l8 yaşındaydım, beni askere almışlardı. O zaman Şarkta Üstadı görmüştüm.

O zaman Üstad milis teşkilatı başkumandanıydı. Başında yeşil bir sarık, omzunda apoletleri vardı. Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Milis teşkilatının kurulmasını Enver Paşa, Vehib Paşa’ya söylemiştir. Vehib Paşa da bunu Bediüzzaman’a (O zaman ismi Bediüzzaman Said Kürdî idi) teklif etmişti. Ve böylece Bediüzzaman milis teşkilatını kurmuştu.

 Enver Paşa, milis kuvvetlerinin hazırlanmasını söylediği zaman, Bediüzzaman da, “Milis kuvveti bizden, erzak da sizden.” diye cevap vermişti.

Milis teşkilatı dört-beş bin kişiydi. Said Nursî miralaydı, yani rütbesi, albaylıktan bir derece daha yüksek kaymakamlığa tetabuk ediyordu. Kuvvetlerin başkumandanlığını yapıyordu.

Bediüzzaman’ın milis kuvvetlerine “Keçe Külahlılar” derlerdi. Ruslar, ‘Keçe Külahlılar geliyor!” diye duydukları zamanlar, nereye kaçacaklarını şaşırır ve bilemezlerdi. Düşmanlar, Keçe Külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı.

 Efendim, o zaman bizim elimizdeki kılıçlar adetâ dürtmek içindi. Halbuki onlar at üzerinde silâh kullanırlardı. Attıklarını mutlaka vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir pelerin bulunurdu. Bunun ile fedâiler araziye uyarlar, hele kış günlerindeki karda hiç fark edilmezlerdi. Keçe külahlı bir fedâi atının dizginlerini bir koluna bağlar veya kolunu atar, ayaklarını atın karnına sıkı sıkı sarar, tamamen serbest ve rahat bir şekilde, sür’atle yol alırken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar, boş ateş etmezlerdi. Aslında benim bu sizlere anlattığım, devletin arşivlerinde de vardır. Bunları yakın tarihçilerimizden Feridun Kandemir de iyi bilmektedir.

 Yine bana Fahri Kırkalı anlatmıştı. Bediüzzaman Bitlis’te esir düştüğünde Sibirya’daki esir kamplarından birisine sürülmüştü. Esarette kampta iken şöyle bir hadise cereyan ediyor:

Başkumandan birgün esirleri teftiş için kampa geldiği zaman bütün esirler ayağa kalktığı halde Bediüzzaman oturmuş vaziyette, ayaklarını da ileriye atmış, elindeki bir çomağı çakısıyla sivriltmektedir. Rus orduları Başkomutanı Nikola, Said Nursî’nin önünden geçtiği halde, o hiç tavrını bozmuyor ve elindeki çomağı sivriltmeye devam ediyordu. Tekrar önünden geçtiği halde kendisiyle hiç ilgilenmiyor.

Tafsilatını bildiğimiz hadiseyi bana anlatan Fahri Kırkalı, “biz böyle bir kahraman görmemiştik” diye çok hayran bir şekilde bu hadiseyi çok uzun olarak bana anlatmıştı.

(Son Şahitler kitabının, birinci cildinden derlenmiştir…)

*Said Nursi Çanakkale Savaşına neden katılamadı?*

 

*”Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri o sırada ne yapıyordu”nun belgeli cevabı…*

 

RİSALEHABER-Çanakkale zaferinin 102. yılı tüm yurtta hatimlerle, duayla, namazla ve çeşitli resmi etkinliklerle kutlanıyor. Ömrünü insanların dünya ve ahiret saadeti yolunda harcayan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri gerektiğinde eline silah alıp cepheye de koşmuştu. Medresede ders verdiği talebeleri ile askeri birlikler oluştumuştu. 

 

Doğuda Rus ve Ermenilere karşı savaşan Bediüzzaman Said Nursi Çanakkale savaşında neredeydi? Bu sorunun cevabını tarihçi Ramazan Balcı, belgeleriyle Risale Haber’e yazmıştı:

 

Üstad Bediüzzaman’ın Sarıkamış cephesine III. Ordu vaizi olarak geldiği Kasım 1914 tarihinden Bitlis Cephesinde esir düştüğü 3 Mart 1916 tarihine kadar geçen yaklaşık 15 aylık süre onun bir ilim adamı olarak fiilen cihad emrini yerine getirdiği dönemdir.

 

Maddî cihad harici düşmana karşı yapılır. Vatanı korumak farzdır. Zira vatan insanın din özgürlüğünü, malını, canını ve hürriyetini her türlü saldırıdan koruyan bir sığınaktır. Sade bir toprak parçasının adı değildir. Bu hürriyetleri kaldıracak bir dış saldırı durumunda silaha sarılmak her Müslüman için farzdır.

 

   Üstadın Sarıkamış cephesine geliş tarihi XI. Kolordu’nun Erzurum’a ulaştığı tarih olmalıdır. O’nun Kasım ayı içerisinde Sarıkamış taarruzundan önce yapılan Köprüköy ve Zivin muharebelerine katıldığı bilinmektedir.

 

Köprüköy savaşından sonra ordu komutanının bir gecede ansızın 15 km geri çekilme emri vermesi ordunun moralini bozmuş, o tarihe kadar ordu emrinde olan 20.000 mevcutlu aşiret süvari alayları köylerini korumak adına dağılmışlardı.

 

Son kalan 2000 süvarinin yanında Bediüzzaman da vardı.

 

Gerek bu bilgi gerekse onun XI. Kolordu emrinde bölgeye geldiği değerlendirildiğinde bizzat Sarıkamış kuşatmasına katılmadığı, ancak Aras vadisinde Rusları cephede tutmak gayesi ile yapılan taarruza katıldığı anlaşılmaktadır.

 

Sarıkamış kuşatma taarruzu 1915 Ocak ayı ortalarında sona ermiş, bu cephede Mart 1916 tarihine kadar bir yıl süre ile savaş durmuştur. Ardından Başkomutan Vekili Enver Paşa İstanbul’a dönmüştür.

 

Bu tarihten sonra iki önemli olay yaşanmıştır. Bunlardan biri 19 Şubat 1915 tarihli Çanakkale deniz savaşı, diğeri Nisan ayında başlayan Van Ermeni isyanları ve 16/17 Mayıs’ta Rus işgalidir.

 

Üstadın Van bölgesindeki çarpışmalara katıldığı dikkate alınırsa Sarıkamış taarruzunun sona ermesinden hemen sonra Van’a geldiği anlaşılır. Mayıs ayının başından itibaren esir düştüğü 1916 Mart’ına kadar 10 aylık bir süre içerisinde Van, Gevaş, İsparit ve Bitlis savunmalarında bizzat savaşa katılmıştır.

 

Kronolojik olarak bakıldığında 19 Şubat 1915’te başlayan Çanakkale savaşı 8 Ocak 1916 tarihinde sona ermiş, aynı dönemde doğu cephesinde savaşan İmam Bediüzzaman Çanakkale harbine katılma fırsatı bulamamıştır.

 

*BİTLİS SAVUNMASININ ÖYKÜSÜ*

 

Aşağıdaki belge daha önce arşiv kaynakları arasında Fransızca olarak yayınlanmıştı. Bunun bir yabancı esere ait olduğu yanılgısı her nasılsa bazı çalışmalara girdi. Bu belge Üstadın bölgede etkin bir şekilde görev aldığını Ermeni çetecilerin kendisini yakından tanıdığını göstermesi açısından ilginçtir. 

 

   Bâb-ı Âlî

Dâhiliye Nezâreti

Emniyyet-i Umûmiyye Müdîriyeti

Hizan kazâsının Uçum nâhiyesine tâbi‘ Nurs ve Avnik, End, Mezra‘-i End yaylası ahâlîsindeniz. Şatak kazâsı ile Müküs nâhiyesinin sükûtundan sonra civârımızda bulunan Livar, Kötis-i Ulyâ ve Süflâ, Çaçvan, Şifkâr, Edre-i Ulyâ karyeleri Ermenileri Özim karyeli komite re’îslerinden Lato nâm-ı diğerle Mihran, Serkis ve Rusya’dan geldiği rivâyet olunan Iğdırlı Kazar, Dilo nâmındaki re’îslerin başında toplanarak Kötis-i Ulyâ’ya geldiler ve oradan nâhiye rü’esâsına tezkire yazarak üç cihet teklîf etdiler.

 

Bu rü’esâ miyânında el-ân esîr veyâhûd telef edildiği meşkûk bulunan ve beyne’n-nâs Bedi‘ü’z-zaman Said-i Kürdî demekle ma‘rûf olan Molla Said de bulunuyordu. Bu teklîflerinde ya teslîm olmak ya nâhiyeyi tahliye etmek veyâhûd işinize gelirse muhârebe etmek idi. Bu teklîflerinden dokuz sâ‘at sonra 600 mevcûdla karyemize hücûm etdiler. Cümlesi şapkalı ve asker elbiseli olduğundan Rus askeri var mı idi, yok mu idi farkedemedik.

 

Yalnız garîb insânlar çok idi. Bunlar ya Rus veyâ Rusya’dan gelen Ermeniler idi ve hiç bir ferd kalmamak üzere çoluk-çocuk, erkek-kadın cümlemizi toplayarak Mezra‘a-i End’e götürdüler.

 

İçerimizde İpayran [İspandan] eşrâf ve beylerinden Hurşid Bey oğlu Abdurrahman ve mahdûmu Musa ve â’ilesi de bulunuyordu. Erkek ve kadın cümlesi mu‘âyeneden geçirildi ve para ve huliyyâta â’id ne var ise cümlesi alındığı gibi, güzel kadın ve kızlara da ta‘arruz etmekden ve nâmûslarını hetketmekden çekinmediler. O gece istediklerini yapdılar. Sabah oldu. Bizleri ki, cem‘an 33 erkek idik, ayrı bir kâfile ve seksenden ibâret olan kadın-kız, çoluk-çocuğu bir kâfile ederek Müküs’e götürdüler. Kadınlar kâfilesi Çaçvan karyesinde bırakıldı. Erkek kâfilesi ve erkek çocukların kâffesi bir ferd kalmamak üzere cümlesi o gece kılıçdan geçirildi.

 

Beni geri çevirdiler ve dediler ki; “Sana çok para da vereceğiz. Git, Molla Said vesâ’ir rü’esâya söyle! Orada kalan Ermenileri bize teslîm etsinler ve şurasını da anlat ki, artık bîhûde yere telef olmakdan fâ’ide yokdur. Zâten her taraf alındı.

 

Ruslar tâ Haleb’e kadar gitdiler. Ermenistan tasdîk olundu. Gelsin bize teslîm olsunlar. Bir de orada kuvvet ve asker olup olmadığını gel bize haber ver” dediler.

 

Bu sözler Dilo tarafından söyleniyor ve kumanda onun tarafından yapılıyordu. Avdet etdim, Çaçvan’a geldim. Bakdım ki bizim jandarma ve Kürd kuvveti müdîrimiz ve Molla Said Efendi ile oraya gelmişler, dört-beş sâ‘at müsâdemeden sonra kadınlar kâfilesini ellerinden almışlardı.

 

Lâkin ne şekilde görmeli. Hele bî-çâre genç kızları da yüzleri bütün ısırılmış ve yürüyemeyecek bir hâle getirilmiş; çocukların bir çoğu ayak altında telef edilmiş idi.

 

İşte otuz üç erkek nâmına yalnız ikimizden başka kimse bırakılmadığını ve tahlîs edilen kadın ve çocukların ekserîsi de bi’l-âhire telef olunduğunu ve hele Hurşid Bey oğlu Abdurrahman Bey â’ilesinden bir kadından başka kimse kalmadığını ve gördüğümüz zulm ve gaddârlık kâbil-i ta‘dâd olmadığını ma‘a’l-kasem arzeyleriz.

 

Fî 18 Haziran sene [1]332 Karye-i mezkûreden olup bi’l-âhire

Iğdır’dan firâren avdet eden Mehmed oğlu Yusuf

Muhâcir karye-i mezkûreden Mehmed oğlu Abdurrahman

Yukarıdaki beyânâtda bi’z-zât hâzır bulunduğumuzu ve bu sûretle ifâde olunduğunu ma‘a’l-kasem tasdîk eyleriz. Fî 18 minh.

İsparan [İspandan] beylerinden Mustafa

Nâhiye Müdîri  Mehmed Nezir

Nâhiye eşrâf ve beylerinden Uçum karyeli Mahmud

Ulemâdan Bedi‘ü’zzaman Said-i Kürdî’nin birâderi Molla Abdullah

 

Kaynak: Said Nursi Çanakkale Savaşına neden katılamadı?

 

Huzur Vakfı hakkında

Huzur Vakfı 2011 yılında kurulmuş olup Karaman ilinde hizmet vermektedir.
Bu yazı Haber kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir