ÇANAKKALE DESTANI

Münazarat – 50

Ey Türkler ve Kürdler, acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem… Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi:

  “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Hem de sol tarafında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki:

   “Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşagabeli bir kıyas oldunuz!”

Münazarat – 50

Mektubat – 429(29.Mektub Altıncı Risale olan Altıncı Kısmın Zeyli )

   Altıncı Risale olan Altıncı Kısmın Zeyli

  Es’ile-i Sitte

   [İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahud silmek için yazılmıştır.

   Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.]

   İkincisi:

   Nev’-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhâssa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev’-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle, ne dine ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmağa çalışıyorsunuz.

   Altıncısı:

   Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde -tahmininizce- bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak; dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız.

Mektubat – 429(29.Mektub Altıncı Risale olan Altıncı Kısmın Zeyli )

Mesnevi-i Nuriye – 99(Hubab)

  (Bu kısım, müellifin kendi Türkçesidir)

  1339 TARİHİNDE, MECLİS-İ MEB’USANA HİTABEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN SURETİDİR

 ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ

ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

 ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺼَّﻠَﻮﺓَ ﻛَﺎﻧَﺖْ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨِﻴﻦَ ﻛِﺘَﺎﺑًﺎ

ﻣَﻮْﻗُﻮﺗًﺎ

   Ey mücahidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akd!

   Bu fakirin bir mes’elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.

   Evvelâ:

   Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’anın en sarih ve en kat’î emri olan “Salât” gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

   Sâniyen:

   Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.

   Sâlisen:

   Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’iyyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi insanları işba’ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.

   Râbian:

   Bu millet-i İslâmın cemaatleri -çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebeb nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.

   Hâmisen:

   Enbiya’nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır…

   Sâdisen:

   Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan firenkler dindeki lâkaydlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o kadar hârika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâm’ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

   Sâbian:

   Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâma- dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş…

   Sâminen:

   Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’anın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zâten muhtaç değildir.

   Tâsian:

   Sizin bu “İstiklal Harbi”ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhâssa tabaka-i avamdır ki sağlam müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnetdardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu firenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek…

   Âşiren:

   Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksandokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksandokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?

   Bahusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef’ali taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklid veya tenkid edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş görülmez.

   Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,

 ﻭَ ﺍﻋْﺘَﺼِﻤُﻮﺍ ﺑِﺤَﺒْﻞِ ﺍﻟﻠَّﻪِ

ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ

âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder…

 ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻭَﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ ٭ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻤَﻮْﻟَﻰ ﻭَﻧِﻌْﻢَ

ﺍﻟﻨَّﺼِﻴﺮُ

Mesnevi-i Nuriye – 99(Hubab)

Tarihçe-i Hayat – 51.(İlk Hayatı)

Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

   İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutukta:

   Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’anı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’andan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

   İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bedîüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur’anın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.

Tarihçe-i Hayat – 51.(İlk Hayatı)

Tarihçe-i Hayat – 158(Barla Hayatı)

   Evet dinsizliğin hükümferma olduğu o dehşetli devirde, ehl-i din, terzil edilmeye çalışılıyordu. Hattâ Kur’anı dahi tamamen kaldırmak ve Rusya’daki gibi dinî akideleri tamamen imha etmek düşünülmüş; fakat millet-i İslâmiyece bir aks-ül ameli netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiş, yalnız şu karar alınmıştı: “Mekteblerde yaptıracağımız yeni öğretim usûlleriyle yetişecek gençlik, Kur’anı ortadan kaldıracak ve bu suretle milletin İslâmiyet’le olan alâkası kesilecek!” Bütün bu dehşet-engiz plânları çeviren o müdhiş fitnenin menbaları, şimdiki dinî inkişafın muarızı ve düşmanları olan haricî dinsiz cereyanların reisleri ve adamları idi. Evet Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehşetli hâdisatın içyüzünü, tafsilatını, istikbalin hakikatperest tarihçilerine ve bunları şimdi Demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neşretmekte olan İslâm-Türk muharrirlerine havale ediyoruz. Bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ile meşgul olmaktır. Biz yalnız ve yalnız iman ve İslâmiyet cereyanındayız.

   Evet o dalalet ve zındıkanın en azgın devirlerinde Bedîüzzaman Said Nursî, daimî nezaret ve tarassud altında ve böyle müdhiş ve pek çok ağır şerait içerisinde idi. Nemrudların, Firavunların, Şeddadların ve Yezidlerin yapamadığı zulümlerin enva’ı Bedîüzzaman’a yapılıyordu. Ve yirmibeş sene böyle devam etti. O zaman âlem-i İslâm, maddeten fakirdi ve müstevlilerin esaretinde bulunuyordu. Bütün gizli fesad ve dinsizlik komiteleri, hem Türkiye’de, hem âlem-i İslâmda müdhiş faaliyetler yapıyor ve tarafdarları onları destekliyor ve hepsi de İslâmiyet aleyhinde ittifak ediyorlardı.

   İşte Risale-i Nur, Asr-ı Saadet’te İslâm’ın cihanı fetih anahtarları hükmünde olan Bedir, Uhud muharebelerinin ehemmiyeti nev’inden bir kıymeti ihtiva eden bir zamanın mahsulüdür ki; vesile olduğu hizmet-i imaniye ve îfasında bulunduğu manevî cihad-ı diniye, tarihte Asr-ı Saadet’ten maada hiçbir zamanda görülmemiş bir azamettedir. Eli kolu bağlı hükmünde olan Bedîüzzaman Said Nursî, öyle dehşetli bir esarette, nefiy ve inzivada te’lif ve neşrettiği yüz otuz parça Risale-i Nur eserleriyle, belig bir hatib olarak Anadolu mescidinde ve âlem-i İslâm câmiinde konuşuyor, ehl-i İslâm’a Kur’andan aldığı dersini tekrar ediyor; güya Bedîüzzaman Said Nursî, ondördüncü asr-ı Muhammedî’nin ve yirminci asr-ı miladinin minaresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti ile bir mürşid-i a’zam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…

Tarihçe-i Hayat – 158(Barla Hayatı)

Tarihçe-i Hayat – 628(Tahliller)

   İstanbul seyahatinden muzdarib olup olmadığını sordum.

   -Bana ızdırab veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cem’iyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem’iyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kal’ası tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kal’asının istikbali selâmette olsa!

   -Yüzbinlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümid ve teselli vermiyor mu?

   -Evet, büsbütün ümidsiz değilim…

   ………..

   Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cem’iyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müdhiş sâri illete karşı, İslâm cem’iyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cem’iyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kal’asını, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaîmi teksif etmiş bulunuyorum.

Tarihçe-i Hayat – 628(Tahliller)

Tarihçe-i Hayat – 693(Risale-i Nur)

   Meşhur ve hârikulâde bir eser olan “Âyet-ül Kübra Risalesi”nden:

   “Risale-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kısmen kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyeyi, Kur’anın i’cazıyla; ve geniş yaralarını, Kur’anın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve binler tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir. İşte bu zamanda, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber; imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medar olmuştur ve olmaktadır!..”

   Aziz kardeşlerimiz, yüzlerce ülemanın susturulduğu ve dinî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur’anın hakikatlarını beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, Kur’an ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müdhiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin en azgın bir zamanında Bedîüzzaman Said Nursî, Kur’an ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet Bedîüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’an hakikatlarını eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galib etmek, mağlub etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz, vazife-i İlahiyeye karışmayız.” demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zalimane muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle Cuma Namazına dahi gitmekten men’ edilmiş ve bütün bu tarihî faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat altına alınmıştır.

   İşte böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inayet-i İlahiye ile te’lif edip, ekserîsini Kur’an harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle -aynı zamanda- Kur’an hattını da muhafaza etmiş ve yüzbinlerle Müslüman Türk Gençleri Risale-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’anın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır. Üstadımız, mâlik olduğu kuvvet-i iman ve ihlas-ı tâmme ile hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi avam ve havas talebelerinin umumunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yepyeni bir tarz-ı beyanla ifade ve izhar etmiştir. Böylece Risale-i Nur gibi taptaze ve parlak ve yüksek bir tefsir-i Kur’anîyi inayet-i Hak’la meydana getirmiştir.

   Bu hârikulâde eserlerdir ki, bu vatan ve milleti dinsizlik ve komünistlikten muhafaza etmiştir. Hem şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında; Bedîüzzaman ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kàlinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve i’damlarla tehdid edildiği halde en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilakis “Ecel birdir, tegayyür etmez…  Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir.” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadet’in bir cilvesini yaşatmıştır. Bir Sünnet-i Seniyeye muhalif hareket etmemek için, işkenceli bir inzivayı ihtiyar etmiştir. Otuz seneden beri milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bedîüzzaman’ı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilakis zalim müstebidler ona mağlub olmuşlardır.

Tarihçe-i Hayat – 693(Risale-i Nur)

Emirdağ-2 – 32

  Nihaî Vesika

   Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevab:

   “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

   Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor değil mi?..

  Gizli anlaşmanın entrikası:

   Türkler’e dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’anın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müdhiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

   “Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” Aynı Hayim Naum, Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mani’ kalmamıştır.

   Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakıyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde -yani Mustafa Kemal yanında- emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, mahud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.    İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.

  * * *

Emirdağ-2 – 32

Konferans – 171

   Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan, Türkün, İslâmın düşmanları taktik değiştirmişler. Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor. Bir millet yere serilmeye azmedilmiş. Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor. Anasına itaat etmeyen babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cem’iyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah’a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor. Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektebde başarısız! Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, câni, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz… Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikayetçi, öğretmen ondan şikayetçi, polis ve hükûmet ondan şikayetçi; pedagoglar onlar için toplanır. Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur. Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar… Fakat cem’iyeti yeyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdablarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

   Biz bunun sebeblerini, müsebbiblerini ve ilâcının ne olabileceğini düşünürken, bir İngiliz Müstemlekât Nâzırının Kur’an-ı Kerim’i eline alarak “Bu Kur’an Müslümanların elinde varken, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya bunun kaldırılmasına veya çürütülmesine çalışmalıyız.” sözünü hatırlıyoruz. Ve bu gazete haberi üzerine: “Kur’anın hakikatını neşredeceğim, onun nuruyla küfrün zulümatını dağıtıp, kâfirlerin tecavüzatına sed çekeceğim.” diyerek ileri atılan Bedîüzzaman’ı ve bu hamlesinden sonraki tarihçe-i hayatını bir anda düşünce şeridinde fikrin gözü ile seyrediyoruz… Derken; muamma çözülüyor. Bütün istifhamlar cevablanıyor, içimizdeki iftira dolaplarını çeviren, tezvir fabrikalarını işletenlerin ipleri kimin elinde imiş, kimler namına say ü gayret gösteriyorlarmış. Bedîüzzaman’ın gayesi ne imiş, Risale-i Nur hangi maksad için yazılmış?.. Türk Adliyesinin her defasında beraet vermesindeki isabet; garazsız, ehliyetli ehl-i vukufların ve Diyanet Riyasetinin her defasında her bir eser ve her bir mektub için takdirkârane müsbet raporlar vermesindeki sır anlaşılıveriyor.

   Evet, Muhterem Hâkimler!

   Yukarıda da izah edildiği gibi Risale-i Nur, ahlâksızlık girdablarına batmakta olan cem’iyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için te’lif edilmiştir. Onu okuyan, onda bu hakikatı gören, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insan kendini o girdabdan kurtarıyor. İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup, tahkikî ve hakikî imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor. Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnetdar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir. İşte, size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

   Ben de taklidî imanın kararsızlığından, istikametsizliğinden ve her çeşit tehlike ve sıkıntısından, tahkikî imanın sahil-i selâmetine, Risale-i Nur’u okumak suretiyle çıkmış, bu sebeble onu kalben sırf Allah rızası için sevmiş ve onun neşrini diğer muhtaçlara da duyurulmasını gaye-i hayat edinmiş Müslüman bir Türk genciyim.

   Risale-i Nur imanî mes’elelerde hem ruha, hem kalbe, hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor. Bu sebebledir ki, şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

   Risale-i Nur hizmetinden dünyevî hiçbir menfaat beklenmez. Çünki onun bağlı olduğu kudsî hakikat değil çürümeye, yok olmaya mahkûm olan fâni dünyaya, hattâ kâinata bile âlet edilemez. Dünyaya bakan ciheti; ahlâkı düzeltmek, dünya ve âhiret saadetlerinin beratı ve senedi olan iman-ı tahkikîyi müslümanların eline vermek ve haricî tecavüzata karşı manevî cihad etmektir.

   Bedîüzzaman diyor ki :

   Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhâssa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki, bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahedeyi açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edeyim.

   Komünizmin kızıl alevleri Anadolu’nun çatılarını ciddî tehdid etmeye başladığı bugünlerde, bu çağrının ve bu davetin mana ve ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor.    Risale-i Nur’un ehemmiyeti ecnebiler tarafından da takdire ve (hattâ Almanya’da olduğu gibi kendi lisanlarıyla) neşrine başlanmıştır. Aldığımız bir mektubda onbeş ailenin, Cenevre’de Risale-i Nur’u okuyarak Müslüman olduklarını yazıyordu. Daha da çoğaltabileceğimiz misalleri kısa kesiyorum.

   Muhterem Hâkimler!

   Şunu beyan etmek istiyorum: Risale-i Nur, yirminci ilim asrının Kur’an-ı Kerim tefsiridir. Bunu dikkatle okuyan, bir müslümansa taklidî imandan kurtuluyor. Ecnebi ise, hidayete kavuşuyor. Dünyevî ve maddî hiçbir gayesi yok. O sadece âhirete, Allah rızasına bir vasıta yapıldığı için, yapılan her çeşit isnadlar, iddialar, asılsız, mesnedsiz birer iftiradır. Risale-i Nur zararlı değil, faydalıdır. Şüheda yurdu olan şu aziz vatana Risale-i Nur’u okuyarak hizmetten, fedakârlıktan başka hiçbir gayem yoktur.

   Binaenaleyh, kitablarımızın iadesini ve beraetimi ister, hürmetlerimi sunarım.

  Üniversite Nur Talebelerinden

  İbrahim

  * * *

Konferans – 171

BUNLARDAN İNTİKAMIMIZI NASIL ALACAĞIZ

Hizmet Rehberi – 240(Son mektub)

   Burada birbirimize çok tekrar ettiğimiz bir dersimiz de: Vazifemizin yalnız ve yalnız hizmet ve neşir olduğu ve neticenin Cenab-ı Hakk’a ait bir keyfiyet bulunduğu hususudur. Tedbiri ise, a’zamî faaliyet ve a’zamî hizmet içerisinde tedbir olarak mütalaa ediyoruz. Yoksa hizmeti -Allah göstermesin ve Üstadımızı kabrinde mahzun etmesin- hiss, heva ve nefsin bir tezahürü olan tamamen veya muvakkaten terketmek manasında değil… Bidayet-i İslâm’dan beri gelen hâdisatı, zamanın şeridinde ibretle seyretmek, Nurları okumak, okutmak, yazmak suretindeki meşguliyetle hizmet-i Kur’aniye ve imaniyeyi devam ettirmek, kalbi ferahlandırmak, aramızdaki uhuvvet ve muhabbeti ziyadeleştirerek ihlasla ve tam tevekkül ve teslim içerisinde müsbet hareket ederek, hizmette kusur göstermemek elzemdir. Kanaatımız ve imanımız budur.

   Hizmet.. durmadan, dinlenmeden, yılmadan hizmet… Kasırgalar, tufanlar saldırsa yine hizmet… Bu vatan ahalisinin Nurlara en az ekmek, hava ve su kadar ihtiyacı var. Sefahet ve ahlâksızlığın cem’iyetimizin bünyesini bir kanser gibi kemirdiğini ve her geçen dakikanın bilhâssa genç nesillerimizi uçurumlara attığını, bütün bir vatan sathına yayılmak istidadını gösteren serserilik ve anarşi tohumlarının hayatiyet ve bekamızı tehdid edecek hale geldiğini, kör olanlar da gördü. Elbette Risale-i Nur’la bu müdhiş yaranın tedavisine çalışılacak.

   Bu can bu tende durdukça, koynunda bir tarihin yattığı ve bütün bir ecdad kalbinin çarptığı bu vatanın; câmiler, mescidler, türbeler kokan temiz havasını teneffüs ettikçe, ebedler tarafına doğru bu manevî bayrak dalgalanacak, bu iman yanacak, sönmeyecek inşâallah… Nihayet en garazkârlar da anlayacak ki, “Bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz.”

   “Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatı, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun i’damından kurtulmak çaresi; insanların her mes’elesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurî ve kat’îsidir.”

   Müsaade ederseniz burada bir an Üstadımıza sesleneceğiz:

   Üstadımız! Elimizde nur var, siyaset topuzu yok. Asayiş memurlarıdır manen talebelerin… Düsturlarını öylesine benimsedik, nasihatlarını öylesine dinledik ki; kabrinde rahatsız edildiğin demde dilimiz susmadı, elimiz Nur Risalelerini bırakmadı, ayaklarımız menfî ümidlerin hilafına envâr-ı imaniye ve cihad-ı diniye meydanlarında koşuştu, hislerimiz galeyana geldi, hissiyatımız coştu, hicran ve tahassür, azab ve işkenceler içinde âdeta sergerdan gibi dolaştık, intikamımızı Risale-i Nur’un ihtiva ettiği tahkikî iman derslerini okumak ve okutmakla aldık.    “Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz cenubda, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada da olsak biz yine birbirimizle beraberiz” sözün içli bir teselli marşımız oldu.

   Netice: Üzülecek hiçbir şey yok, zulüm olursa ömrü de az olur. Kader herşeyden üstündür.

   Hülâsa: Müjde var! Muktazî ise herşey var. Bir manevî sefer var, Risale-i Nur’u okuyarak Üstad’a kavuşuncaya kadar…

   Müjde var arkadaşlar, müjde var. Said yaşıyor, yaşayacak! İşte misal:

   “Yakînim var ki, istikbal semavatı, zemin-i Asya

   Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a…”

  NUR TALEBELERİ

  * * *

Hizmet Rehberi – 240(Son mektub)

Tarihçe-i Hayat – 702(Risale-i Nur)

Üstadımız sık sık der ki: Mesleğimiz müsbettir, menfî hareketten Kur’an bizi menediyor.

   Ey seyyid-i senedimiz! Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cananımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Madem bize menfî harekete izin vermiyorsun. Öyle ise biz de rahmet-i İlahiyeden niyaz ederek ahdediyoruz ki; din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altun mürekkeblerle yazacağız inşâallah…

  Üniversite Nur Talebeleri

Tarihçe-i Hayat – 702(Risale-i Nur)

Barla – 222

   (Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır)

   Aziz ve sevgili Üstadım!

   Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki, size mektub yazamadım. Her zaman olduğu gibi, şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gelmiyormuş gibi, bu hafta içinde işittiğim pek acı elîm bir haber, bir sâıka gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki, Üstadım yılanların hücumuna maruz kalmış. Ah Üstadım! Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız. Bu mülhid mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır. Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatın zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki, tahribat ve istibdad haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. “Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur” derler ki, pek musîb bir söz. Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler istiklalini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû’ edecek.

   Aziz Üstadım! Nâkıs kalemim, âciz lisanım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi, benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor. Hamdolsun, damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve imandan, irsen intikal etmiş bir mayadır.

   Sevgili Üstadım! Öyle anlar geliyor ki, hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müdhiş zamanında hastalanan insaniyeti, manevî ilâçlarla tedavi etmeye çalışırken, bize musallat olan hainlere mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma sed çekmek için çekilecek mezahim ve meşakk-ı hayatın ind-i İlahîde makbuliyeti için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek… Bu fikir, fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.

   Sevgili Üstadım! Şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi birkaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi, dallı budaklı olarak işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek.

   Sevgili Hocam! Siz herkes için, beşeriyet için, zararlı olan tahribat ve âfâtın önünü almak için, gece gündüz çalışınız, kendinizi tehlikeye atın da acı acı tahkirata maruz kalın. Hâyır aziz Üstadım, hâyır! Yüce dâhî, hâyır! Sizin nasîbiniz bu değil. Size verilecek mükâfat, bu olamaz. Bu haletler olsa olsa, üç-beş dinsizin, bir takım Cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hale sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesbediyorsunuz. Siz aslâ ve kat’â müteessir olmayın. Ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da, dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan manevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün, tâ nâmütenahî yürüyün. Gittiğiniz yerlerde uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zaîf, pür-kusur, kemter bîçareler için de, müebbed bir istirahat ve saadet yatağını hazırlayın.

  Zekâi

  * * *

Barla – 222

Huzur Vakfı hakkında

Huzur Vakfı 2011 yılında kurulmuş olup Karaman ilinde hizmet vermektedir.
Bu yazı Haber kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir